Tolstoy, 1828 de Moskova yakınlarında zengin bir malikanede dünyaya gelmişti. Rusya’nın en zengin ailelerinden birine mensuptu. Kaynakların ifadesine göre 700 çalışanları vardı bu malikanede. Tolstoy, gözlerini dünyaya varlık içinde açtı. Ama bu zenginlik onu çocukluğunda bile mutlu etmedi. 3yaşında annesini, 9 yaşında babasını kaybetmişti. İki yaşlı bayan akrabasının yanında büyüdü dört kardeşiyle birlikte.

Üniversite tahsiline başladıysa da 1847 de bırakarak ilgisini kesti. 1851 yılına kadar baba ocağında geçti zamanı. Kafkasya’ya gitti ve orduya katıldı. Bu sıralarda yazdığı hatıralarıyla büyük alaka topladı. Çar birinci Nikola onu Petersburg’a çağırarak taltif etmişti.

Kararsız yaşayışı devam etmekteydi. İnsanlardan sakınıyor, insan mantığını küçümsüyor, entelektüeller arasında geçen bir hayat ona huzur vermiyordu. Birbirine zıt tutkular arasında bocalayıp duruyordu. Hoşlanmadığı sevmediği insanların kapısından çıkar çıkmaz onlardan nefret ettiğini ve aralarına dönmemeye söz verdiğini söylemesi boşunaydı. Ertesi akşam yine nefret ettiği ortamda buluyordu kendini. Kumar oynuyor ava çıkıyor hazlar ve tiksintiler birbirini kovalıyordu. 1862 de memnun kalacağı bir evlilik yaptı. O zamana kadar ateist olan, yani tanrıya inanmayan Tolstoy, 1867 de iman sancıları çekmeye başladı.

Bütün bu yaptıklarım neye yarar, yaşadığım gibi yaşamak niçin? Varlığımın anlamı nedir? Niçin varım ve ne yapmalıyım? Şeklindeki suallerle adeta kıvranıyordu. Tolstoy ölen kardeşinin can verişini şöyle anlatır; ‘’Kollarımın arasında öldü. Bütün hayatımda o an duyduğumu bir daha duymadım. Hiç bir şeyin ölüm kadar gerçek olmadığını anladım. Bu kadar uğraşmanın ve mücadelenin boşa gittiğini düşündüm. Ölecektim ve mezarımda otlar bitecekti.’’

Hayata bambaşka bir pencereden bakıyordu adeta her yaptığını saçma ve önemsiz görmeye başladı. Bu günlerdeki sancılarını itiraflar adlı eserinde şöyle anlatır. İyice anladım ki, hayatımın dayandığı şeyler kırılıyordu. Tutunabileceğim bir şey kalmayacaktı. Sanki hayatım durmuştu…

Fakat servet ve saadetin zirvesinde bulunduğu bir sırada o, her şeyin boş ve fikir azabından başka bir işe yaramadığını düşünüyordu. Hayatını birdenbire karartan ölüm korkusu onu bir gölge gibi izliyordu adeta. İntiharı bile düşündü Tolstoy. Ama bir yoksul köylünün dilinden dökülen şu cümle onu bambaşka bir iklime sürükledi. Köylü; “İnsan kendisi için değil, kendini yaratan için yaşar ve çalışır.” O anda inancın ilim değil, fiil olduğunu öğrenilen değil, yaşanılan bir şey olduğunu anladı.

Onun aydınlığa giden yoldaki sıkıntılarını anlatmaya bir başka yazımızda devam edelim.