Tanıdığım biri var, çıkışsızlığı şöyle anlatıyor: “Tek işlevi zamanı bildirmek olduğu halde seni zamandan uzak tutan bir saat almışsındır kendine. Dakikaları, saniyeleri bilmek ıstırap gibi gelir sana. Sabaha yaklaşık ne kadar kaldı bileyim yeter, dersin. Gerek yok fazlasına. Tarz zannedilir giydiğin farklı renkte çoraplar, halbuki diğer tekini bulmaya çalışacak kadar seni cezbeden bir şey yoktur, karışmak için hayata. Büfeye inmek zor geldiği için birinin gelmesini beklersin. Gelsin de gelirken kahvaltılık, sigara alsın dersin. Eskiden konuştukça rahatlardın, bir şeyler anlattıkça. Şimdi dünyanın en kadim sırrını söyleyecek olsalar; uykum var, belki sonra dersin. Belki sonra. Bahşedilmiş anlamları itersin. Burun kıvırırsın sana bırakılan mirasa. Az ya da çok bulduğundan değil, terin olmadığından. Hayatın bütün değerlerini yeniden anlamlandırmak istersin. Sürü insanından kurtulmaya. Standarttan her saptığında kırbacı yersin ama sırtına. Yarattığın her anlamda yeni bir anlamsızlığın seni beklediğinin farkına varmışsındır artık. Rahat yoktur bu dünyada. Her yeni anlamda yeni bir anlamsızlık. Hani diyor ya Ahmet Güntan, “Dönen eliptik çember oluşuyor aramızda.” “Ne derler?” putunu kıralı çok olmuştur. Kimsenin kendi olmadığı yerde, kendini, o kendi olmayanlara göre hizalamayı yediremezsin ahlakına. Alışmışsındır gece demlediğin çayı uyanınca ısıtmaya, kim bekleyecektir demlenmesini o kadar zaman. Halbuki ne acelen vardır, ne de teşvik eden bir şey seni hayata. Romanları, filmleri yarıda bırakırsın. Sonunu merak etmezsin, hikayeyi öğrenmek yeter sana. Sonu olan her şey bu dünyaya aittir diye teselli edersin kendini, kandırabileceğin senden başka kimse yoktur nasılsa. Gün içinde ruh halindeki iniş çıkışlarına -ne günü saatler içindeki- katlanamazsın artık. Gecenin sonuna yaptığın yolculukta her şeyi düzeltebileceğine olan inancın, alarm kurmadan uyuduğun ana kadardır. Bunu görebilecek kadar iyi gözlerin vardır, bunu değiştiremeyecek kadar üşengeç biri olup çıkmışsındır ama sonunda. Bazı zamanlar hiçbir şey üretmeden, hiçbir kaygıya girmeden, sıradan bir insan gibi yaşamanın da mümkün olabildiğini telkin edersin kendine. Bir vakit inanırsın da buna, alırsın vitesi boşa, süzülürsün bayırdan aşağıya. “Sal ulan, dersin, sal. Ölüm var oğlum. Gelmiyor mu eninde sonunda hepimize? En çok yaşayan kaç yıl yaşadı? Madem o dağa hepimiz varıyoruz, ne önemi var ki hangi yoldan gittiğimizin? Sal ulan Allah’ın salağı sal. Bir okulu bıraktı, bunu da mı bırakacak diyorlar, desinler. 23 yaşına gelmiş hala mı ne yapacağını bilmiyor diyorlar, desinler. Böyle devam ederse adamakıllı iş tutturamaz mı diyorlar, desinler. Çok zeki çocuk da kendine yazık ediyor mu diyorlar, desinler. Öleceğiz lan bir gün hepimiz, öleceğiz, derdin ne senin? Sal ulan Allah’ın salağı, sal.” dersin. Sonra öyle bir an gelir ki, titreyerek duyumsarsın yaşamı. Yorganlara sarın beni dersin, yorganlara. Üşüyorum, yorganlara.”