Çünkü bana İstanbul’u verdin. Evet bana… Gerisi beni ilgilendirmiyor. Ama benim gibi bu şehre âşık olanlar sana hep minnettar kalacak.
            İstanbul..
            Büyülü şehir..
            Âşıkların şehri…
            Burjuva ve avamların şehri…
            Tarihin ve medeniyetin şehri…
            Kültürün ve sanatın şehri…
            Efsane şehir…
            29 Mayıs 1453… bir çağ kapatıp yepyeni bir çağ açan tarih…
            Fatih biliyordu ne kadar büyük ve şerefli bir görevi olduğunu. Farkındaydı bu kutsal görev O’nun şanını ilelebet yüceltecekti. Bütün dünyanın hayran olduğu bir şehri fethetmenin kerameti ona verildiği için omuzlarındaki yükün farkındaydı. Ve O’ndan isteneni layıkıyla yerine getirdi. İstanbul’u onca imkânsızlıklara rağmen bize hediye etti…
            Bazen etkilendiğimiz şeyler –ne olursa olsun- çeşitli sebeplerle zamanla gözümüzdeki değerini kaybeder. Soğutur bizi kendinden. Eski çekiciliği kalmaz artık bizim için. Ya da bağlayıcılığı. Ama bu öyle bir sihir ki etkisi geçmiyor ve öyle bir büyü ki ne olursa olsun bozulmuyor. Bu öyle bir şehr-i İstanbul ki ona ne yaparlarsa yapsınlar beni ve benim gibileri soğutamıyor, uzak tutamıyorlar ondan. Ne kadar kirletmeye çalışsalar da, çamur atmaya kalksalar da, yaşam şartlarını zorlasalar da gülü sevene bu küçücük dikenler vız geliyor.
            Şimdilerde İstanbul’um kültür başkenti kılığında. TV lerde bununla ilgili bir sürü reklâm. Çok da güzel temalar yakalamışlar bu reklâmlarda. Bütün aykırılıkları kucaklayan bir şehir olduğunu gösteriyorlar. Kılık kıyafet, görüntü vs ne olursa olsun. Burası İstanbul… Onun için ne giymişsin, ne takmışsın, ne yemişsin, kiminle gezmişsin, nerelisin, nereden gelmişsin vs önemli değil. Önemli olan onu sevmen. Kıymetini bilmen. Ona işkence etmemen. Onu yormaman.
            Bazı şehirlere her görüntü yakışmaz. Mesela çok tarihi ve eski yapısı olan bir şehri modern bir görüntüye çevirmek o şehrin havasını alır götürür. Bambaşka bir yer olur artık orası. Ya da doğal güzelliklerin yerine istihdam ya da yatırım adlı görüntüler koymak o yerlerin de kanını çeker. Ama İstanbul öyle değil. Ona her şey yakışıyor. Onun destanımsı havası, tarih kokan büyülü pusu hiç gitmiyor. Her yerde Osmanlı’nın o ihtişamlı hatıraları, size atalarınızın nasıl muhteşem insanlar olduklarını hatırlatıyor. Ve onlara binlerce teşekkür gönderiyorsunuz. Bu kadar tarihi eserin yanı sıra modernliğin en güzel görüntüleri de yok değil. Hem de en iyilerinden. Kocaman gökdelenler, iş merkezleri, alışveriş merkezleri, yollar, köprüler… Ama tüm bu sonradan eklemeler ve eski yapısına tamamen zıt görüntüler onun o mistik havasından hiçbir şey eksiltmiyor. O da ayrı bir hava katıyor. Modernlik de çok yakışıyor O’na…
            Şimdi madem bu kadar hayransın bu şehre neden gidip orada yaşamıyorsun diyebilirsiniz. Evet, bunu düşünmedim ve bununla ilgili adım atmadım değil. Hatta hala düşünüyorum da. Orada yaşamak ona olan zaafımı belki biraz olsun azaltırdı. Belki içinde yaşamaya başladığım zaman onu acıtanları, kirletenleri görünce çok üzülürdüm. Belki ondan soğurdum. Ama böyle biraz uzağında olmak, özledikçe gitmek, biraz keyfine varmak, tadı damağında kalarak geri dönmek bence daha güzel. Ama çok uzağında değil. Çünkü her canım çektiğinde gidebilmek lazım. Belki de İstanbul en güzel böyle yaşanır…
            Ne kadar anlatsam yetmez. Ne sayfalara sığar, ne kol ne kalem dayanır. Bu satırları yazdığım yerden (balıkçılar) kafamı kaldırıp, karşıya bir göz kırpıyorum. Ve bir martı havalanıyor oradan bana doğru, bir vapur düdüğü eşliğinde…
            İstanbul’a hasret kalmak, sevgiliye hasret kalmak gibi…
            Sevgilinin burnunda tütmesi gibi İstanbul’u özlemek…
            İstanbul’u sevmek aşkı gibi sevgilin….
 
            Sevgiyle kalın efendim…