İstanbul’un yerlileri bilir: İstanbul, ilk göç almaya başladığı zaman, henüz gecekondulaşma başlamadan önce, göç eden aileler masraf olmasın diye tek başlarına ev tutmazlardı. Akrabaları, köylüsü yahut tanıdıkları varsa büyük bir konak kiralarlar ve oda oda bölüşerek orada yaşamlarını idame ettirirlerdi. Ortadaki geniş salon, banyo, mutfak, tuvalet ortaktı. Aileler akşamlarını o geniş salonlarda geçirir, sadece uyumak için odasına çekilirlerdi. O geniş salonlarda her akşam toplanan insanlar için konağın en yaşlısı ortaya geçer, bir sandalyeye oturur ve bir hikaye anlatmaya başlardı. O hikaye daha önceden anlatılan bir hikaye değil, o an, ortamın atmosferinden inkişaf eden bir hikaye olurdu. Dinleyenlerin o gün neye ihtiyaçları varsa, hangi hikaye o dinleyicilerin yarasına merhem olacaksa anlatıcı ona göre bir hikaye anlatır ve doğaya, insanlığa, tarihe, dine, iyiliğe, güzelliğe dair birçok öğüt verirdi. O hikayeler, göç edip başka bir hayat tarzıyla çarpışıp arada kalan insanları şehrin kirinden koruyan hikayelerdi. Anlatıcı hikayeyi uzun uzadıya anlatır, dinleyenlerin muhayyilesinde canlandırır ve en heyecanlı yerine geldiği zaman, “Bugünlük bu kadar yeter” derdi ve hikayeyi en heyecanlı yerinde keserdi. Ertesi akşam bıraktığı yerden hikayeyi anlatmaya başlar ve en heyecanlı yerine geldiği zaman yeniden, “Bugünlük bu kadar yeter” diyerek geceyi sonlandırırdı.

  O hikayeler, göç edip şehrin hırgürü ile çarpışma meylindeki adamları ve gençleri kötülüklerden, fenalıklardan koruyan hikayelerdi. Anlatıcı o gençlerin karşılaşacakları sorunları önceden kestirip onlara şifa olacak hikayeler anlatır, onlara yol gösterirdi. Gençler, hem hikayenin etkisiyle hem de hikayenin devamını şehrin arka sokaklarından daha çok merak ettiği için şehrin kötülüklerinden uzak dururlardı. Ne yazık ki zamanla bu hikaye anlatıcıları öldüler ve yerlerine yenisi gelmedi.

  Bu anlatıcıların yerini televizyon dizileri aldı ama bir farkla: Televizyon dizileri şehrin arka sokaklarını, neon ışıklarını iyilik ve güzelliğe karşı daha cazip gösterdi. Hikaye anlatıcıları haram paranın, zorbalığın, fesat çıkarmanın ne kadar alçakça şeyler olduğunu anlatırken televizyon dizileri ancak paralı adamın işe yarar olduğunu, sistemin bunu gerektirdiğini, hayatın bunu zorladığını, güç olmadan para olmayacağını, parasız adamın işe yaramaz adam olduğunu zerk ettiler gençlerin dimağına. İyilik ve güzellik öğütleriyle büyüyen adamlar çocuklarını bu öğütler yerine televizyon dizileriyle besleyince şehir eşkıyaları, zorbalar yavaş yavaş yer bulmaya başladı toplumda. Şimdi yayına giren yüzlerce diziye bakalım: Bu diziler yaramıza merhem mi oluyor yoksa yeni yaralar mı açıyor? Bu diziler bize ait bir şeyler mi anlatıyorlar yoksa bizi mi yontuyorlar? Hangisi bizi kötülükten men edip iyiliğe yöneltiyor? Bunları iyi düşünüp ona göre televizyon izlemek iktiza eder.

  Yoksa siz şehir eşkıyalarını bir günde mi dağdan şehre indi zannediyordunuz?