Geçen hafta J. Sartre’ın varoluşçuluk felsefesine ilişkin görüşlerini, Marksçıların varoluşçuluğa dair getirdikleri eleştirilere Sartre’ın verdiği yanıtları ve bu felsefenin özünde ne anlatmak istediğini yazmıştım. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyayı kasıp kavuran bu akımın temel dinamiklerini ve özünü anlatmak bir hafta yahut dört yüz kelime ile mümkün olmayacağı için bu hafta da Sartre’ın varoluşçuluğuna devam edeceğim.

  Geçen hafta da verdiğim örnek aslında varoluşçuluğun önerdiği en temel şey idi. “Varoluş özden önce gelir.” Bu şu demekti: Bir insan önce bir şeyler olup sonra var olmaz. İnsan önce var olur sonra bir şeyler olur. Bu sistematiği biraz kolaylaştırıp günlük hayata aksettirecek olursak: Bir insan katil öldürdüğü için adam öldürmez. Adam öldürdüğü için katil olur.

  Sartre’ın düşün dünyasında isminin bu kadar duyulmasının sebebi sadece getirdiği düşünce değil elbet. Sartre’ı asıl popüler yapan ve onu düşün dünyasında önemli bir konuma getiren insan doğasına yeni bir bakışla bakarak bir düşünce akımı üretmesidir. Sartre insan doğası -öz- denen kavramı reddetmiş, ateist bir felsefe önermiştir. İnsanın doğuştan getirdiği hiçbir özün olmadığına, insanın yapıp ettikleri ile kendi kendini var ettiğini söylemiştir.

   Kendi kendine var edebilen insan doğuştan getirdiği hiçbir yüceltici haslet olmadan tamamen yalnız başına kendini gerçekleştiren insandır. Bu insan tüm kimliklerinden sıyrılmış, hiçbir isnadı kabul etmemiş, kendisine yüklenen hiçbir ayırıcı vasfı benimsememiştir. Bu kimlikler insanın dini, mezhebi, ırkı, aile yapısı, bulunduğu toplum, örf ve adetlerdir.

  İkinci Dünya Savaşı öncesi patlayan milliyetçi akımlar dünya tarihini büyük bir savaşa sürüklemiş, büyük kıyımlar olmuş, nice insan ölmüştü. Varoluşçuluk bu noktada tam da İkinci Dünya Savaşı dönemlerine denk gelerek tüm bu aitliklerin, tüm bu kimliklerin insanların ayırıcı vasıflarını yok ettiğini, insanlara yapay bir kimlik kazandırdığını ifade etmiştir.

  İnsan ancak tüm bu aitliklerinden, tüm bu kimliklerinden sıyrıldığı zaman “insan” olabilir ve ancak o zaman kendi kendini var edebilir. Üzerimizdeki aitlikler, kimlikler bizi biz yapan şeylerden ziyade bizi olmamız istendiği şey yapan şeylerdir. İnsan, aitliklerden ve kimliklerden kurtulup seçe seçe kendini oluşturur ve seçerek oluşturduğu şey kendidir.

  Bir misalle bahsi kapamak herkesin daha iyi anlamasını sağlayacaktır: Bir kuruyemişçiye girdiğinizde karışık kuruyemişlerin konsepti bellidir. İçinde belli bir gramajda leblebi, belli gramajda fıstık, belli gramajda üzüm vardır. Tüm bunlar daha önceden sunulmuştur insana. İnsan, bunu alarak aslında kendi istediğini oluşturmaz. İnsan, üzümün gramajını ayrı seçerek, leblebinin, fıstığın gramajını ayrı ayrı seçerek bir karışım oluşturduğu zaman işte ancak o zaman bir gerçek seçim yapmış olur ve var olur.