Sonbaharın renk festivali(harmonisi) geçmişe götürür ruhumu…

Bu mevsim bir başka güzeldir sanki köyüm... Bakmaya doyamam, huzura dalar giderim.

Düşünüyorum da zaman geçtikçe insan olgunlaşıyor, doğaya ve toprağa bir başka bakar oluyor. Toprağın daveti ile ilişi veriyorsun yamacına, onu hissetmek, hem hal etmek için.

Bir huzur kaplıyor içini, bakışlarını çeviriyorsun, sonbaharın renk festivalinin başladığı dağlara oradan masmavi gökyüzüne.

Doğanın sesi bir tatlı huzur veriyor, renkler; turuncu, kahve, tarçın, kızıl, mürdüm.. Bir mevsim bu kadar mı güzel olur... Dalıp gitmişken birden çocukluk yıllarım geçer gözümün önünden.

Annem ve biz... Eskiden neler yapardık neler. Tabiatın kışa girip, bahara çıkmak için girdiği bu tatlı telaş da biz insanoğlu da kendi hazırlıklarımızı yapardık. Konserveler, tarhanalar, turşular.

Bir yandan kışlık alışverişler; kalın mantolar, kazaklar... Uzun kış günlerinde örülecek yün ipler. Soğuk kış günlerini sıcacık geçirmek için odun, kömür dizilirdi, bahçelere, balkonlara. Biz çocuklar için ise farklı öğretileri öğrendiğimiz, yere oturup hep beraber yaptığımız keyifli işlerdi.

Neler mi? mesela sofra bezini yayıp mısır koçanı ufalamak, sonrasında Annemizin ufaladığımız mısırı tencereye koyup sobaya kaynamaya bırakması gibi... Mis gibi mısır kokardı ortalık sabırsızlıkla pişmesini beklerdik. Kimimiz tuzlu, kimimiz şekerli yemek için…

İşte böyle zamanlarda evlerde küçülen kıyafetler, yıpranmış giysiler elden geçirilir bir şekilde değerlendirmenin yolu bulunurdu. Bir bölümü de ’Pala Kilim ‘ yapılmak için ayrılırdı. Ev halkının, küçüğüne, büyüğüne iş düşer, herkes keyifle kendi görevini icra ederdi. Aslında oyunla karışık bir öğretiydi. İğneye iplik geçirme, kumaşı düzgün bir şekilde aynı genişlikte kesme ve renk uyumuna göre birbirine dikmek... Sonrasında kesilen şeritleri kocaman yumak olarak sarmak. Sonrasında mı? Fırsatını bulduğumuz an yumaklarla top oynar o yetmezmiş gibi birbirimize fırlatırdık. Bu arada gürültüye Annemiz gelir, evde top mu oynanır? Demesine fırsat kalmadan bir patırtı kopardı. Muhtemel vitrin cami ya da sürahi nasibini alırdı. Bundan sonra asıl cümbüş başlardı. Annemin uçan terliğine yakalanmak istemeyen bizler çil yavrusu gibi kaçışırdık. Ortalık yatıştığında dağılan, bozulan yumaklar düzeltilip sepete konurdu. Her akşam bir hareket olurdu. Yaptığımız yumaklar, ta ki bir kilim olabilecek miktara gelene kadar.

Divan altına sepete istiflediğimiz yumaklar vakti geldiğinde Safran Köyü’nde mübadele ile gelen Selanik göçmeni olan kilim dokuma ustası Fatma nine ve Havva teyzeye götürülürdü. Köyde o dönem neredeyse her göçmen kadının bildiği, yaptığı bir işti. Çevre köylerden gelen çaput yumakları veya yün yumaklar burada dokunur, rengarenk kilim olarak evlere giderdi. Bu süreç dokuma ustasının elinde ki işlere bağlı olarak uzar ya da kısalırdı.

Dokuma tezgahına giden yumakların dokunup bize gelmesini beklemekse ayrı bir heyecandı... Zira hepimizin emeği ve küçülüp kullanamadığı giysisi, bambaşka bir şekilde gelecekti. Pala kilim; çizgi çizgi, renk renk dokuması ile koridorları, odaları süsleyecekti.

İşte Pala Kilimin çocukluğum da kalan hikayesi... Gelecek günlerde belki de bir proje yapar hayata geçiririz gerçek Yalova sevdalıları ile…

Sevgi, Saygı ve Mutlulukla kalın.