Bu perşembe Yalnızlar Günü olarak kutlanıyor dünyada. Yalnızlık veya yalnız kalma bir insanın boşluk duygusuyla karışık kendini dünyadan kopuk hissetmesi olarak tanımlanıyor. Çoğumuz zaman zaman bu duyguları yaşamışızdır. Kim bilir belki beynimizin bir köşesinde hala bu duyguyu yaşıyoruzdur. Oysa atalarımız ne demiş yalnızlık sadece Allah’a mahsustur. Yalnızlığın en kötüsü de seni anlamayanların arasında kalmak demiş Mevlâna.

Gerçekten de öyle… şu koskoca dünyada yalnız kalmak sanırım yalnızlıkların en kötüsü. Tabi o yalnızlıkta kaç kişinin emeği ve faktörü var sanırım sayısını unuttuk. Çoğu arkadaşımı dinliyorum, hep şehirden, insanlardan uzak yerlere ev yapmak istiyorlar.

Çünkü insanlar arasında samimiyetsizlik, iki yüzlülük ve sevgi kirliliği o kadar var ki zaten şehirde de yalnızım en azından bunlardan uzak dururum diyorlar.

Çok çeşitli yalnızlıklar yaşar insan. Kimi bazen camdan ışığı yanan evlere bakıp o evde mutlu insanların yaşadığını zanneder. Kimi yalnız kalıp ölmekten korkar. Bir kadın eşinden ayrılır çocuklarına bakmak, evi geçindirmek sorumluluğu yalnızlık hissini derinleştirir içinde. Belki birçok kişinin yaşadığı kötü şeylerden korkup geri çekilmesidir yalnızlık. Burada bir soru geliyor aklıma; bu kadar yalnızsak, herkes kendini zaman zaman yalnız hissediyorsa yalnız hissetmeyenler nasıl bunu başardı?

Sonuçta bizler değil miyiz insanlara bu yalnızlık duygusunu yaşatan? Onlara bunları hissettiren… Örnek verirsek kanser olan kadınların eşlerinin birçoğunun kadınları terk etmesi! Evlatların anne ve babalarını huzur evlerine bırakıp hiç aramaması. İnsanların çocuklarını çocuk esirgemeye bırakıp küçüklüğünde korumasız ve yalnız bırakması. O kadar çoğaltabiliriz ki bu örnekleri. Ama bu örneklerden şunu anlıyoruz ki yalnız kalan da biziz yalnız bırakan da…