Kadınların yıllarca maruz kaldığı görünmez emek, psikolojik şiddet, baskı ve sessizleştirilme; bireysel değil, kolektif bir travmadır. Bilimsel araştırmalar, kadının haklara erişiminin ruh sağlığı üzerinde doğrudan koruyucu etki yarattığını gösteriyor. Eşitliğin olduğu toplumlarda kaygı azalır, özgüven yükselir; aile içi ilişkiler daha sağlıklı hale gelir.
Nörobilim ve sosyoloji çalışmaları da aynı gerçeği söylüyor:
Kadının sosyal, ekonomik ve siyasi hayata tam katılımı; ülkenin refah düzeyini artırır, şiddeti azaltır, karar mekanizmalarında daha dengeli politikalar üretir.
Türkiye, 1934’te dünyaya örnek olan cesur bir devrim yaptı. Ancak bugün kadın hakları yalnızca hukuki bir mesele değildir; kadının ruhunun, benliğinin ve sınırlarının korunması da bu mücadelenin bir parçasıdır. Çünkü kadın sadece eşitliği değil; güvenliği, görülmeyi ve duyulmayı da hak eder.
Atatürk’ün “Bir toplum, kadınlardan ve erkeklerden oluşur. Toplumun bir parçasını geri bırakırsanız, o toplum ilerleyemez” sözü, bugün hâlâ en güçlü yol haritamızdır.
5 Aralık, bir kutlama günü değil; bir hatırlatma günüdür.
Kadının hakkı, sadece sandıkta değil, yaşamın her alanında teslim edildiğinde gerçek anlamını bulur.