Bu fark; yaşanan olayların ağırlığından değil, kişinin psikolojik dayanıklılığından doğar.
Psikolojik dayanıklılık; hiç kırılmamak değil, kırıldıktan sonra yeniden şekil alabilmektir. Psikiyatrist Viktor Frankl, Nazi kampı deneyiminde bunun en güçlü örneğini verir: Umudunu koruyabilenlerin hayatta kalma ihtimali diğerlerinden daha yüksekti. Çünkü anlam arayışı, insanın en güçlü savunmasıdır.
Harvard Üniversitesi’nin yürüttüğü uzun soluklu araştırmalar da aynı noktaya dikkat çeker:
Sevildiğini ve destek gördüğünü hisseden bireyler, stresle daha etkili başa çıkar.
Yani dayanıklılık; yalnızca bireyin içinden değil, çevresinden de beslenir.
İşte bu yüzden yaşadığımız şehir, ruhumuz üzerinde düşündüğümüzden daha etkili olabilir.
Yalova bunun çarpıcı bir örneği.
Depremlerle sınanmış, defalarca yeniden yapılanmış…
Ama her seferinde ayağa kalkmayı başarmış bir kent.
Yeşili ve deniziyle nefes alan; kırıldıktan sonra yeniden filizlenmeyi bilen…
Bu şehir bize önemli bir şey söylüyor:
Dayanıklılık, sessiz bir güçtür.
Dayanıklı insanlar acıyı inkâr etmez; aksine, “Bu durum bana ne öğretiyor?” diye sorar.
Duygularını bastırmak yerine tanır; ihtiyacı olduğunda destek ister.
Çünkü dayanıklılık; sertlik değil, esnekliktir.
Bugünün zorlayıcı koşulları hepimizi sınarken, belki de yapabileceğimiz en iyi şey; birbirimize omuz vermek ve umutla ilerlemek. Çünkü insan; birlikteyken daha güçlüdür.
Bu yüzden dayanıklılık, sadece psikolojik bir kavram değil; aynı zamanda toplumsal bir mirastır.
Yalova gibi…
Defalarca sarsılsa da yeniden doğmayı bilen bir şehir gibi.