Nasıl tezatlarla dolu bir dünyada yaşadığımızı hiç tefekkür ediyor muyuz?

 

 

50 yıllık biz hayatta mutluluğun da, huzursuzluğun da zirvesini yaşayan bir nesiliz. Düşünüyorum bazen, eskiden bir evde 4 gelin, anne, baba, torunlar beraber kalıyorduk. Evler genişledi, ruhlarımız daraldı. Önceden dağınık evlere gider ziyaret ederdik, şimdi aynı apartmandakilerle selamlaşmamız yok.

Mesafeler uzaktı, araç toktu, daha sık giderdik aile ziyaretlerine, şimdi araç var, yol var, imkan var; akrabaları unuttuk.

Refah seviyesi yükseldikçe kanaat seviyesi düşüyor. İletişim çağındayız, her çeşit iletişim aracımız var ama bu araçlar bizi kimseye iletmiyor, iç dünyamıza bizi hapsettiler. Her konuşmamızın konusu, alamadık, satamadık, yapamadık, fırsatı kaçırdık, gidemedik, gelemedik, yiyemedik, içemedik, gezemedik şikayetleri dilimizden düşmüyor. Ne işlerimiz, ne de şikayetlerimiz bitmek bilmiyor.

Hiçbir şeyin hesabını tutturamıyoruz. İşlerimizi tamamlayamıyoruz, kazanamıyoruz, evimizde bardak koyacak yer kalmamışken, ihtiyaçlarımız hiç bitmiyor, paramız hiçbir zaman yetmiyor, eğlendiğimiz bir zamanımız yok. Mutlu olduğumuz bir anı hatırlamıyoruz. Her şey kapkaranlık iç dünyamızda.

Kendimize en küçük bir eleştiriye aslan kesilirken, başkalarını yerden yere çalarken ölmüş vicdanımız bize bir sinyal bile vermiyor. Herkesin niyetini, amacını anlıyoruz, ama bizim niyetimiz hiçbir zaman kötü olmuyor!

Biz dedi-kodu yaparken gerçekleri konuşuyoruz, ama başkası bizden konuşursa dedikoducu oluyor. Başkasının canını yakmak bize zevk verirken, bizim yaktığımız canlar, bunu hak ediyor! Dilimizin ayarı yok, sayıyoruz, sövüyoruz, hakaret ediyoruz, iftira ediyoruz, bir türlü hızımızı alamazken yılan gibi sokuyoruz. Ama hala öfkemiz ve hırsımız  dinmiyor.

Alemin akıllısı biziz. Her şeyi biz bilir, her konuda yetenekliyiz, kimse bizim gibi olamaz. Bunun için her iyi şey bizim hakkımız, kötülükler başkasının. Küçümseriz, yereriz, yorarız, kovalarız, hakaret ederiz, ayıplarız, küseriz, her şey bizim hakkımız olduğu için, hakkımızı asla başkasına yedirmeyiz. Gönül dünyamızdan kovduğumuz nice sultanlar gibi Yunus Emre’nin de, “Cümleler doğrudur sen doğru isen; Doğruluk bulunmaz sen eğri isen.” Sözünü hiç hatırlamayız.

Bizi kırk yıl sırtında taşıyanları bir hatalarında silip atacak kadar vefasız, memleketleri bombalarla yok edilen insanları ölümün önüne sürecek kadar vahşi, empati yapamayacak kadar cahil ve acımasız, kendi menfaatini ilah edinecek kadar zalim, çocuklarımızın ahlakı, eğitimi, namusu, ar duygusu, değerlerine saygısı gündemimize hiçbir zaman girmiyor.

Her gün ölüm haberlerini duysak da, dünyada misafir olduğumuz aklımıza hiç düşmüyor. “Geçici, yalan dünya” desek de, ne yalanı bırakıyor, ne günahları terk ediyoruz, ebedi gibi davranıyoruz. Nezaketimiz yok, usturup bilmeyiz, naiflik hayatımızdan çıkmış. Bunlar başkasından beklentilerimiz. Cömertliği, yardımlaşmayı, zenginliğinden vermeyi, israf etmemeyi, tutumlu olmayı, merhameti, güzel ahlakı, mütevaziliği başkalarının yapması gereken davranışlar olarak görüyoruz.

Ama her şeye rağmen biz iyi bir Müslümanız, iyi bir insanız. Bunu da kimseye kaptırmayız. Halbuki dünyada yaşayandan çok, toprak altında yatanlar var. Geldiler ama duramadılar, bizi de durdurmayacaklar. Çıplak olacak kadar fakirlikle geldik bu dünyaya, ama şimdi ne zenginliklerimiz var, hiç farkında değiliz.

İranlı edebiyatçı Sadi Şirazî, sekiz yüz yıl evvel; “Bir dere kenarına otur da ömrünün geçişini seyret.” Demiş. Ama bu 800 yılda 800 kişi bu öğüdü okuma bile okumamış. Derenin suyu nasıl akıp gidiyor denize doğru. Bir daha geri gelme imkanı yok, suyun akışını durdurma imkanı da yok. Hayat bir su misali diyorduk ya. Akıyoruz denizimize işte. Gür sular gürültülü, küçük sular sessizdir. Ama hepsi denize doğru akıp giderler.

Öyleyse, Ömrün uzunluğu- kısalığı, şatafatı- fakirliğinin anlamı yok. Ne sevdiğimize doyacağız, ne yapacağımızı bitireceğiz. Ne hayallerimizi gerçekleştirmemiz beklenecek, ne kendimize bakım yaparak yaşlanmayı durdurabileceğiz.

Beş yıl önceki resimlerimize özlemle bakıyoruz ama gençliğimiz soluyor, gücümüz tükeniyor. Son nefesimiz gelince bakıyoruz ki ömrümüz ne kadar kısa; hasretlerimiz ne kadar çok ve yapacaklarımız ne kadar eksik bırakılmış. Bu herkes için böyle. İçinde hasret, pişmanlık olmadan ölen kim var?”

Yani akıllı olmak lazım, akletmek, kendimizi hayra yönlendirmek lazım azizim.