İslam dini toplumda huzur, saadet, kardeşlik içerisinde yaşayabilmek için kalplere hükmeder ve girdiği kalplerle topluma saadet getirir. Bu bakımdan İslami gelenek ve göreneklerimiz çok önemlidir.

Ramazan ayında Oruç ibadeti ve bu ibadet ayında tarihten gelen geleneklerimiz hala bozulmamış beldelerimizde yaşatılmaktadır. Yapılan iftar yemeklerinden komşulara tadımlık göndermek, komşu, akraba ve tanıdıklarla beraberce iftar sofralarında buluşmak, çocukları oruca alıştırmak için sahura kaldırmak, onlara daha özenerek yemekler hazırlama, güzel kıyafetler giydirme, çocuklara Ramazan ayında değişik eğlenceli oyunlar kurmak, Ramazan yemekleri için komşularla bir araya gelip ortaklaşa hamur işleri hazırlamak, tasaddukta bulunmak, sokak hayvanlarını, kuşları ve çocukları sevindirmek de bu güzel geleneklerimizdendir.

Camilerin temizlenmesi, güzel kokular sürülmesi, süslenmesi, camiye gelen çocuklara hediyeler takdim edilmesi, evlerin süslenmesi, bayram hazırlıkları da yine güzel geleneklerimizdendir.

Ramazan ayı bitmek üzere, artık bayram hazırlıklarına başlanır. Allah Resûlü sav, bayram günü mescide gitmeden evvel yıkanırdı. (İbn Ömer ra. Mâlik). Bayram için gelecek misafir ve çocuklara hediyeler alınır, hazırlıklar yapılırdı. Kadınlar imece usulü tatlılar ve hamur işleri hazırlarlardı.

Bayramlarda büyükler ziyaret edilir, bayramlaşılır, onlara hediyeler götürülürdü. Elleri öpülür, hizmet edilirdi. Bütün bu güzel gelenekleri bir dünya telaşına sattık, değiştirdik. Halbuki bu hayatın bir sonu, yeni hayatın da bir tükenmezliği söz konusu. Yaptıklarımızdan ve yapmadıklarımızdan bir hesaba çekilmemiz olacak. Bu dünyevileşmiş ve bütün değerlerimizi heba ettiğimiz dünyamızın sonunda her insan gibi pişmanlıklarımız olacak.
Komünizm bütün dünyayı kasıp kavurduğu dönemde, Salih Gökkaya'nın "Türkiye Komünist Talebe Teşkilatı Başkanı" sıfatıyla Yugoslavya Devlet Başkanı Mareşal Tito'nun şeref misafiri olarak Belgrad'a gider. Ömrünün son günlerini geçirmekte olan Tito'yu ziyaret ettiklerinde, hayatını komünizme adayan bu ihtiyar liderin büyük bir pişmanlık içinde:

"Yoldaş, ben ölüyorum artık...

Ölümün ne derece korkunç bir şey olduğunu size anlatamam. Anlatsam bile sıhhatli ve genç olan sizler, bu yaşta bunu anlayamazsınız. Düşünün ölmek, yok olmak...

Toprağa karışmak ve dönmemek üzere gidiş...

İşte bu çıldırtıyor beni...

Dostlarımızdan sevdiklerimizden, unvan ve makamlardan ayrılmak...

Dünyanın güzelliklerini bir daha görememek...

Ne korkunç bir şey anlamıyor musunuz?

Yoldaşlarım, sizlere açık bir kalple itirafta bulunmak istiyorum: Ben öldükten sonra, toprak olacaksam, diriliş, ceza veya mükafat yoksa, benim yaptığım mücadelenin değeri nedir? Söyleyin bana?

Ha yoldaşlarımın kalbine gömülecekmişim veya unutulmayacakmışım veya alkışlanacakmışım neye yarar?

Ben mahvolduktan sonra, beni alkışlayanların takdir sesleri, kabirde vücudumu parçalayan yılan ve çıyanları insafa getirir mi, çürüyen bedenimi durdurabilir mi?

Söyleyin bu gidiş nereye?

Bunun izahını Marks, Engels, Lenin değil kimse yapamıyor.

İtiraf etmek zorundayım ki; ben Allah'a, peygambere ve ahirete

inanıyorum artık. Dinsizlik bir çare değil. Düşünün, şu kainatın bir Yaratıcısı şu muhteşem sistemin bir kanun koyucusu olmalıdır...

Bence ölüm de son olmamalıdır, mazlumca gidenlerle, zalimce ölenlerin bir hesaplaşma yeri olmalıdır. Hakkını almadan, cezasını görmeden gidiyorlar. Böyle keşmekeş olamaz.

Ben bunu vicdanen hissediyorum. Öyle ki, milyonlarca suçsuz insanlara yaptığımız eza ve zulümler, şu anda boğazıma düğümlenmiş bir vaziyette onların ahlarına kulak verecek bir merci olmalı...

Yoksa insan teselliyi nereden bulacak?

Bunların bir açıklaması olmalı Marks bu mevzuda saçmalamış.

Uyuşturmuş beynimizi. Nedense ölüm kapıya dayanmadan bunu idrak edemiyoruz. Belki de göz kamaştırıcı makamlar buna engel oluyor. Ben bu inançtayım yoldaşlarım, sizler de ne derseniz deyin!" diyerek müthiş bir itirafta bulunur. (Ertuğrul, Halit; Kendini Arayan Adam, Yeni Asya Yay., İst?1991, s. 105 )

Bu itiraflar sıhhatli ve gençlikte akli selim düşünmeyenlerin, ölümle yüzleştiğinde bu sorgulamayı ve aklı selim düşünceye daldığında bu şekilde pişmanlıklarla yüzleşmektedir. Bize emanet bırakılan değerleri, yıpratmadan sonraki nesillere aktarmak bizim sorumluluğumuzdur. Dileyen tutar, dileyen terk eder…