Bir çok binada, malikanelerde, villalarda gördüğümüz bir yazı vardır, ‘Mülk Allah’ındır’ Tabii ki bu cümle çok anlamlı olsa da, bu gün bir deyim olarak ağızımıza alıp öylesine söylenen bir söz haline gelmiştir maalesef.

‘Mülk Allah’ındır’ yazısını asan böyle bir binada mesela misafir olabilir misiniz, kapsının zilini çalsanız içeri alınır mısınız?

İçeri girseniz, bir çay ikram edilir mi, yoksa kovulur musunuz?

Ya da bu Allah’ın mülkü kiraya verilirken, Allah’ın olduğu düşünülerek mi kiraya verilir? Allah’ın mülkünden alınan kira ve gelirlerden Allah’a ne kadarı verilir?

Gibi birçok deli soru aklımıza geldiğinde, maalesef bu mülklerin Allah’a ait olmadığı ve bir kandırmaca olduğunu görürüz.

Sadece mülk mü?

İnsan oğlu bugün, “benim arabam, benim evim, benim çocuğum, benim gelinim, benim iş yerim, benim makamım, benim param’’ gibi bir çok cümle kullanmaktadır. Bu kadar düşüncesiz ve nefsi kokuşmuşluk taşıyan bu cümleler bizi birer materyalist, dünyaya tapan, dünya için yaşayan ve kendine ait gördüğü bu ifadelerin tasarrufunu, kullanımını da kendi nefsinin isteklerince dizayn etmektedir.

Bir devlet memuru veya özel sektörde çalışan kişi oturduğu koltuğa ‘Benim koltuğum’ mantığıyla baktığında artık o iş yerini oranın kurallarına göre değil, kendi nefsinin isteklerine göre idare eder. Bir işe girerken, işin tanımı çalışana anlatılır ve bu işleri senden bekler, karşılığında da şu kadar maaş ödenir derler ve bir sözleşme imzalanır. Ancak işe başlayan kişi ‘benim işim’ diyerek söze başladığında, artık o sözleşme unutulur, oradaki işin akışı, işteki başarı, üretkenlik, zamanın kullanımı gibi her şey nefsinin isteklerine göre şekillenir.

Devlet memurlarından neden istenilen verim alınamıyor?

İşe girene kadar yüz takla atan şahıs, işe girdiğinde ‘Benim İşim’ der ve artık o iş yerini bir arpalık olarak kullanmaya başlar.

Benim oğlum, gelinim, çocuğum cümleleri de böyledir. ‘Benim çocuğum’ dediğimizde, artık o çocuğu biz kafamıza göre terbiye eder, kafamıza göre şekillendiririz. Bu şekillendirmeler de çoğu defa duvara toslar ve hezimetle sonuçlanır. Çünkü çocuğumuzu da kendi malımız gibi kullanırız. ‘Benim bedenim’ sözünün ardında da aynı hadsizlikler yatmaktadır.

 Bu cümlenin eskiden gerçekten bir anlamı vardı. Bu cümlenin altı doluydu. Müslümanları materyalistlerden ayıran belirgin cümleler vardı. İnsan asla kendi bedeni, çocuğu, malı, işi vs. için ‘BENİM’ ifadesini kullanmazdı. Bunlar bana Allah’ın emanetidir, derler ve öyle idare ederlerdi bunları. Kendi bedenini yarın Allah’a teslim ederken, emanete hıyanet etmemem lazım der ve bedenine haram bir iş yaptırmazdı. Çocuğunu Allah’ın emaneti görür, onu İslam ahlak ve terbiyesiyle donatırdı. İşini, gelirini Allah’ın emaneti görür, onun zekâtını, tasaddukunu yapar, kazanırken en küçük bir haramın karışmamasına dikkat ederdi. Bir kişinin işinde çalışıyorsa, patronunun veya müdürünün gözetlemesine değil, Allah’ın gözetlemesine odaklanır ve işini ona göre yapardı.

Bu maddeci ve menfaatçi bakış bu gün bir İslam toplumunu getirdiği hale bakalım. Çocuklarımız laf dinlemiyor, benim dediğimiz gelinimiz, kızımız, oğlumuzla kavgalıyız, selam bile vermiyor. İş yerimizde sorunluyuz, ev sahibiyle sorunlarımız var. İş yerimizde komşu esnafla küsüz. Ürün sattığımız kişilerle kavgalıyız, ardımıza dönüp baktığımızda dost diyebileceğimiz, güveneceğimiz, derdimizi paylaşacağımız bir tane adamımız yok.

Bu bencillik, egoizm, çıkarcılık, maddecilik, para ve menfaat nasıl da bu kadar palazlandı aramızda. Avrupa’yı bu konularda eleştirirken, bu gün daha beter nasıl olduk?

Olduk işte. ‘Benim, benim’ diye diye olduk. Oysa öldüğünde ‘Benim’ dediklerinden iç donumuzu bile soyup alıyorlar, hani senindi bunlar?

Bedenini bile evinde bir akşam bekletiyorlarsa şanslısın, toprağın altına koyup gidiyorlar. Don senin olmadığı gibi beden de senin değilmiş. Ama ne ders alan var, ne düşünen var, ne akıl eden var…

Dört nala gidiyoruz dağdan yuvarlanan bir kaya gibi. Ya rabbi bizi senin emanetçin eyle de ahiretimiz de, dünyamız da yanmasın.

Amin…