Görev istenmez verilir anlayışı vardı eskiden.

Filancayı nasıl yerinden etsem de ben geçsem hinliği ve cinliğine dönüşmeden önce.

Sen iyilik yap denize at, balık bilmezse Halik( Yaratan) bilir derken…

Sonra… Birde baktık.

İyiliği yap, medyaya servis et, tribünlere oyna şov yap, gelsin alkışlar. Şurada görün, filancayla aynı karede ol ki, işin garanti olsun kurnazlığına

Yatay geçişin dayanılmaz keyfi.

Söz, söz olarak kaldığında, boğazdan kalbe, yani öz’e inmediğinde,

Yoğun bir şekilcilik kaplar etrafınızı

Yağdanlık tipler pıtrak gibi istenmedikleri yerde bitiverirler.

Bir tutam kibirle soslanmış artistik pozlarla iş bitirme merakı nükseder.

Sentetik boya gibi, ilk yağmurda dökülmek üzere bekler.

Boya dökülür ve foya ortaya çıkar.

Ancak olan olmuştur artık.

Liyakat yerini ölümüne sadakate bırakır.

Bizdensen her göreve layıksındır.

Değilsen cehenneme kadar yolun var.

“Öz” den kopmuş, samimiyetten uzaklaşmış,

Günü kurtarmaya dönük eylemlerden bereketsizlik fışkırır sanki.

Makama şeref katanlardan,

Makamla adam olanlara evirilen bir talihsizlik tutar yakanızdan,

Çekiştirir durur.

Eskilerin “HubbuCah” dedikleri makam sevdası,

Öğrenilmiş çaresizlik gibidir.

Gözleri seçmez olur artık.

Tanıdıklar yabancılaşmıştır.

Etrafını kuşatan “evet efendimci tayfa” aman vermez ki nefes alsın.

Telefonlarınıza, mesajlarınıza dönmez dönemez beklide.

Küçük dağları ben yarattım. Büyükleri dedemden kaldı, modu’na geçişin poyraz soğuğudur bu.

Büyüklüğü, adamlığı, cebindeki kartvizitle sınırlı olanlara mahsus bir ucuzluktur.

Değer üzerinden değil,

Etiket üzerinden yapılır ne yapılacaksa.

Menfaat yoksa selamınızın bir anlamı yoktur.

Bağıra çağıra hatırlatırlar bunu size.

Layık olanı görecek, anlayacak, arayacak, bulacak hak ve adalet ölçüsü gözler, yürekler, adamlar olacak ki bu şikâyet son bulsun.

Torpil bizim kronikleşmiş siyasal hatta toplumsal bir hastalığımızdır.

Bu bakış açısıyla geleneksel hale gelmiş ve vazgeçilmez olmuştur.

Ehliyet ve emanet arasındaki sıkı bağı fark edebilecek bir feraset için uğraş vermek gerekir.

Seçenler, nasıl seçtiklerinin kurallarını, ölçülerini önce vicdanlarında belirlemelidirler.

Velhasıl,

Koltuğa şeref katanlarla

Koltukla şeref bulanlar arasındaki eski bir hikâyedir bu.

Sürer gider…

“Bir anlamlı anekdotla bitireyim isterseniz.

Bir iş müracaatı için hatırı sayılır yakınımdan bir kartvizit aldım.

Bir zarf uzattı, sınav komisyonu başkanına vermemi istedi.

O açsın sen böylece ver dedi.

Yolculuk esnasında merakıma hâkim olamadım.

Zarfı açıp kartın arkasında yazan notu okudum.

“Bu kartı getiren bu işe layıksa ne ala.

Değilse geri gönder..sevgilerimle dostum” yazıyordu.

Dondum kaldım, kartı aldığıma bin pişman olmuştum.

Bu ruh haliyle asla bu sınava giremezdim.

Utanmıştım.

Zarfın içine koydum kartı, hiç çıkarmamak üzerede çantamın en görünmez kısmına bıraktım. O kart bir daha gün yüzü göremedi.

Torpilsiz girdiğim sınavı kazanıp kazanmadığımı bilmiyordum

Ama büyük bir iç huzuru ile ayrıldım binadan.

Ankara’nın Maltepe camiine gittim, iki rekât şükür namazı kıldım.

“Allah’ım referansım sensin benim” dediğimi hatırlıyorum ellerimi açarak.

Birkaç hafta sonra kazananlar listesinde adım yazıyordu.

Yıllar geçti gitti. Bana bu kartı veren değerli büyüğüm bu fani hayata veda etmişti. O,referans kartını hatıra olarak saklarım hala. (Bir dostumun 90’ lı yıllarda yaşadığı hatırasından.)