Toplumumuz laf üreten bir toplum haline geldi. Herkesin her konuda fikri var, bu fikirlerinde ısrarcı ve doğrucu bir tavırla ısrarla iddialaşan bir kitleye dönüştük. Herkes her şeyi biliyormuş gibi davranır, iddialaşır, kavgalaşır. 
Eskiden konuşmaktan çok insanlar iş üretirdi. Fikirlerini yaşardı. Yani “Kal ehli değil, Hal ehliydi” insanımız. Yaşayarak örnek olur, bildiğini kanıtlar, iş üretir, az konuşurdu.
Bunun gibi, dürüstlük, hak yememek, kul hakkı, adalet kavramları da herkesin ağızından düşürmediği, hararetle savunduğu ilkelerdir. Bu ilkelerin savunulmasından çok mutlu olduğumu söylemeden geçmeyeyim. Ama bu savunma keşke sadece lafta değil, halde, hayatımızda ve öncelikle kendimizde bunları yaşayabilsek bu ilke ve değerleri.
En küçük haksızlıkta kul hakkını dile getiren insanımız, kendisinin kul haklarına ne kadar riayet ettiğine de bir bakabilse. Ailesinde, arkadaş çevresinde, iş yerinde, toplumda bu kurallara ne kadar uyuyor acaba?
Aslında her şey küçük olarak başlar. İlk sigaraya, içkiye, haramlara başlayanlar, bu kötülüklerini çok sota yerlerde, uzaklarda denerler ve bir tadına bakarlar. Ama bu işi yaptıkça iş serbestleşir, hacmi büyür, sonra da göstere göstere yapmaya başlar bu şerre.
Bir insan çalıştığı iş yerinden bir kalem, bir A4 kâğıdı aşırmakla, aslında büyük bir ahlaksızlığın temelini atmış olur. Bu küçük ve masum günahçıkla ilk hırsızlık temelini atan kişiyi takip edersek, bu sürecin bir zaman sonra ayyuka çıkacak dereceye geldiğini göreceğiz. Daha acı olanı da her kademesinde hırsızlığa değişik isimler vererek, onu çalanın meşrulaştırdığını göreceğiz. Yaptığı işin hırsızlık değil, onun hakkı olduğunu savunacaktır.
Dolayısıyla insan bulunduğu konumda küçük hakların üzerine konuyorsa, eline fırsat geçtiği oranda büyük hakların da üzerine çöreklenecektir. Bu nedenle “Hırsız elinin uzandığı yere kadar çalar” derler. Bulunduğu makam yükseldikçe çaldıklarının oranı da büyür. 
Bir gün boyacılık yapan bir dostum şöyle bir hikayesini anlattı bana. Dedi ki, “Biz ev boyamalarına gittiğimizde, kiracıdan boşalan evlerde çakmak, kaşık, bardak gibi küçük eşyalar evde bırakıp giderler. Aslında bunlar unutulma değil, istemedikleri için bırakırlar. Yanımdaki işçi de ilk başlarda bu eşyalardan işine yarayanı alıp götürmek isterler. Ama ben asla müsaade etmem. Gerekirse çöpe atarız onları. İşçi merakından neden böyle yaptığımı sorar, alsak da israf olmasa, bizim de işimize yaradı bunlar derler.
Ben ise onlara hep şunu derim. “Evet günah değil, israf olacak. Ama bunlar bize ait değil, eğer biz bu gün bunları alırsak, yarın başka şeyleri almaya da alışabiliriz. Daha sonrasında başkasına ait olanları da almakta sakınca görmeyiz. Bu nedenle böyle bir kapının aralanmasına sebep olacak bir şeye asla elimizi uzatamayız, diye düşünür ve böyle yaparım’’ dedi.
Bu düşünce bana 100 yıl önceki mazimizi hatırlattı. Yani batı medeniyetinin bu toraklara ayak basmadığı dönemde bu milletin tamamı böyle düşünürken, batı medeniyeti belasına bulaştıktan sonra, her hırsızlık eğer bizim lehimize sonuçlanmıyorsa kötü, kul hakkı, soygunculuk; eğer bizim lehimize sonuçlanıyorsa, hak, bizim hakkımız, emeğimizin karşılığı, zekiliğimizin sonucu olarak tanımlanır oldu.
Allah ıslah etsin bizi…