Hiç düşündünüz mü, bilim ve teknoloji alanında meydana gelen sayısız gelişmelere rağmen neden insanların yönetilme ihtiyacının bu gelişmelerden farklı bir biçimde evrilebildiğini?

 

Yaygın kabule göre günümüz insanına en yakın insanın, mağara duvarlarına nakşettiği resimler, günlük işlerinde kullandığı taşlarla birlikte, 195 bin yıl önce Afrika kıtasında yaşadığı tespit edilmiş. 

195 bin yıldan bu yana çizimlerin şekli, kullanılan malzemeler değişti, görülen manzaralar, gidilen yollar değişti, çok amaçlı taşlar yerlerini avuç içine sığan çok amaçlı telefonlara bıraktı. Bir zamanlar insanlığı kırıp geçiren hastalıklar tarihin tozlu raflarına yerleşirken, yerlerini yeni arkadaşlarına bıraktılar. İnsanlar toplumluları oluştururken beraberlerinde hırslarını, kanunlarını, savaşlarını, medeniyetlerini taşıdılar.

Yazılı tarih boyunca çeşitli yönetim şekilleri varlık gösterdi ancak ilginç olan şu, yönetim şekilleri  ve yöneticiler sürekli iyiye doğru ilerlemedi. Antik Roma döneminde var olduğunu çok iyi bildiğimiz cumhuriyet, demokrasi yıllar içinde yerlerini diktatörlere, halk için erdem kabul edilen bilimsel sanatsal uğraşlar yerlerini tebaa olamaya bıraktılar. Nispeten demokratik biçimde seçilen yöneticilerin yerini ise diktatörler aldı. Diktatörler savaşları ve karanlık dönemleri, sonrasında iyileşme dönemlerini, bu dönemler unutulmaya yüz tutan değerlerin yeniden gün yüzüne çıkmasını sağladı.

Zaman beklenildiği gibi doğrusal olarak aksaydı, insanlar, toplumlar yaşanılan kötü günlerden ders alıp geri dönüş olmaması için tedbirler almazlar mıydı?

Bilimsel gelişmelerde olduğu gibi, bilgi üzerine bilgi eklenerek daha gelişmiş bir toplumsal yaşama ulaşamaz mıydık?

Bu durumu açıklayan bir teori var; ‘tarihsel döngü teorisi’.

İlk kez Hint mitolojisinde karşımıza çıkan, daha sonra ünlü İslam düşünürü ve tarihçisi İbni Haldun tarafından üstünde durulan ve 18. yüzyıla gelindiğinde daha çok taraftar bulan tarihsel döngü teorisine göre; insanlar örgütlü toplum içinde yaşadıkları sürece, dairesel bir süreç içinde, aristokrasi, oligarşi, demokrasi türünden yönetim tarzlarının birinden diğerine dönüp dururlar.

Hint mitolojisinde ise dünyanın oluşumunun dört evreden oluştuğu varsayılır: göğün bulutlarla kaplı olduğu yıkım dönemi, yıkımın bittiği düzen dönemi, yağmurların dinerek güneş ve ayın gökyüzünde görüldüğü yenileştirme dönemi ve yenileştirmenin bitimi..

Yakın tarihimize baktığımızda 2. dünya savaşı zamanlarında dünya üzerinde diktatörlerin lider olarak kitleleri peşinden sürüklediğini, savaşlara, yıkıma, kitlesel ölümlere sebep olduğunu hepimiz hatırlarız. Kara günlerin ardından düzenler değişmiş, toplumlar farklılıklara saygı duyulacak şekilde daha eşitlikçi biçimde yeniden yapılandırılmış, savaşlar bile o zaman ezilen halkları öncülüğünde yasal düzenlemelere tabi tutulmuştu. Liderler daha yumuşak, daha kucaklayıcı ve demokratik söylemlerle taraftar topluyordu. Günümüzde ise şaşırtıcı şekilde bir zamanlar mağdur olan halklar ezen taraf olmaya, dünyanın dört bir tarafında farklı ırk ve ülkelerden liderler keskin ve ayrıştırıcı söylemlerle boy göstermeye başladı:

 ‘Sen bağırıyorsan ben daha çok bağırırım, sen sertsen ben daha sertim. En lider benim’

İnsan düşünmeden edemiyor; mitolojide yer alan, göğün bulutlarla kaplı olduğu yıkım dönemine mi geldik yine ?