Yaşadığımız asır itibarıyla her türlü teknoloji, imkân, fırsat, hayat standartları gibi her alanda görüp geçmişin zirvesini yaşıyoruz. Zor günleri yaşayanların bir avantajı, mağduriyetle imkanları kıyaslama fırsatları var. Bu fırsatı olmayanların kıyaslama imkânı olmadığı için dünyanın bir cennet olması gerektiğini, dolayısıyla bu hayatta hiçbir şeyin eksik olmaması gerektiğini, hatta çalışmaya bile gerek olmadan imkanların önümüze serilesi gerektiğini bekleyenlerimiz de var.

Halbuki hayat ne kadar zor veya kolay olsa da bizler en şerefli yaratık olan insanlar olarak toplumu dizayn eden, en güzeli, doğruyu ve iyiyi topluma sunup eğitimini vermeliyiz nesillerimize ve çevremize. Bu işi yaparken bunun bir insanlıktan ziyade yaratıcıya karşı bir ulvi görev olarak inanılmalı ve yapılmalıdır.

Kâinatta her varlığın birçok görevi vardır. Varlıklar bu görevlerini bilinçli veya bilinçsizce yaparlar. Allahu Taalanın yaratıklara verdiği mekanizma, duygu, içgüdü gibi imkanlarla bu görevini icra eden varlıkların tersine insanoğlu bu görevi en çok savsaklayandır. İnsan imkân ve zenginlik buldukça kendini dağıtır. Zevklerinden taviz vermeden bitmeyen zevk ve ihtiyaçlar üretir. Bu isteklerle isyan ve sapıtmanın da zirvesine erişir. Sorumluluğunu unutur.

Aklıma bir hikâye geldi konuyla ilgili. Adamın biri çobanlık yaparken, ağacın altında serinleyen ineğiyle konuşmaya başlamış.

Demiş ki, Ey İnek!

Ne yapmaya geldin sen bu dünyaya? Bak bizde bitmeyen zevk ve isteklerimizi yaşarken sen ne yaparsın ki?

Teknoloji kullanmazsın, eğlencen yok, Maça gitmezsin, dans etmezsin, çay içmezsin, turistik geziye çıkmazsın, kahveye gidip oyun oynamazsın.

Gündüz çayıra gece ahıra. Bu ne biçim hayat. Yersin, içersin, yatar kalkarsın, hayatın bu mu senin? Bunun için mi geldin dünyaya? Diye ineğe seslenir.

İnek dile gelmiş, cevap vermiş: Ey İnsan!

Ya bu sözü, sen bana nasıl söylersin?

Şu buzdolabını aç bir bak. Süt benden, yoğurt benden, tereyağı benden, kaymak benden, köfte benden, dolma benden, sucuk benden, pastırma benden.

Ayağındaki ayakkabı, belindeki kemer bile benim ürünüm. Kışın yaktığın tezek olmasa ne ile ısınacaksın? Hatta dışkımı bile kullanıyor, parayla satıyorsunuz. Bana mı ne işe yaradığımı soruyorsun yani?

Ben olmasaydım belindeki pantolonu bile bağlayamayacaktın. Ayrıca beni yaratanı da tanırım, Onun emirleri dışına da çıkmam. Anladın mı neden dünyada olduğuma.

Peki şimdi ben sorayım sana, ‘Sen neden geldin bu dünyaya?

Etin yenmez, derinden bir halt olmaz, saçından çorap örülmez. Sen de yer içer, eğlenir, gezer, yatarsın. Gezdiğin yerleri tahrip eder, kirletirsin, kendi aranızda koca dünyaya sığmaz savaşırsınız.

Her imkana ulaştıkça azgınlaşırsın, Sahibini tanımaz, onun buyruklarını çiğnersin. Hadi ben eğitimsizim, ahırda yaşarım. Sen saray gibi evlerde, arabalarda yaşarsın, ama ahlakın yok, saygın yok, itaatin yok. Yaptığın israfların haddi hesabı yok. Yer yüzünün en çok sen ifsat eder bozarsın.

Sahi sen niye geldin dünyaya. Bunları yapmak için geldiysen, çok yanlış yere gelmişsin. Bu dünyada bizim gibi milyonlarca hayvan ve inek yaşayacak, o kadar da insan yaşayacak bu dünyada. Bu dünya senin değil ki böyle hoyratça kullanasın. Şimdi sen düşün bu sorularımın cevabını, der inak.

Adam inekten hiç böyle bir cevap beklemezken bu soru ve cevaplar arasında dona kaldı. Hakikaten dağlar, ağaçlar, bitkiler, hayvanlar, uzaydaki cisimler, yerdeki her nimet görevini yaparken insan ne Allah’a cc. karşı ne de insanlığa karşı görevini yapmamakla kalmıyor, isyanın zirvesini yaşıyor.

Hem de her gün ölenleri defnederken, mezarlıkları görürken, bir gün kendi için bu akıbeti düşünmeyen insan neden geldi dünyaya acaba?