Geçen hafta ‘Dil, Düşünce, Türkçe’ başlığı altında dilin imkanları ve düşünce dünyamızla nasıl bir ilişki halinde olduğunu anlatmaya çalışmıştım. Köşemdeki karakter sayısı yeterli gelmediği için konuya bir girizgah yapabilmiştim ancak. Bu hafta da konuyu esas hatlarıyla kavrayan bir anlatımdan ziyade girizgahın biraz ilerisine gidip meseleyi konuya yaklaştırma niyetindeyim. Başlayalım.

   İnsanlar kelimelerle konuşur, kelimelerle yazar ve en önemlisi kelimelerle düşünür. Kelimeden bağımsız bir düşünce mümkün değildir. En nihayetinde, “Önce söz vardı.”

Bir toplumun yahut bireyin elinden kelimeleri alırsanız onun sadece konuşmasını değil aynı zamanda düşüncelerini de elinden almış olursunuz. Dikkat ederseniz Fransa düşüncesi demeyiz, Fransız düşüncesi deriz. Çünkü dil düşünceyle o kadar iç içe girmiştir ki toprakları bile gerisinde bırakıp kelimede yerini almıştır.

    Bir milletin bozulmasının en kolay yolu onun lügatını, kamusunu elinden almaktır. Dünya tarihi sayısız uygarlıkların bu şekilde yok olmasına şahittir.  Cemil Meriç, “Kamus, namustur.” derken çok derin bir konuya dikkat çekiyordu.

   Türk ırkının Orta Asya’daki milletlerle soy bağı olduğu herkesçe malumdur. Peki Türkiye’deki Türk ırk neden soy bağı olan milletlerle yakınlık içerisine giremiyor diye düşündünüz mü? Cevap: Yine dil.

 Sovyetler Birliği 1925 yılında işgal ettikleri bölgede Türk kavimlerin eline Latin alfabesi tutuşturmuştu. Üç yıl boyunca o milletler Latin alfabesini öğrenmeye çalıştı. Türkiye, 1928’de Atatürk önderliğinde Dil Devrimi’ni gerçekleştirince, Sovyetler Birliği tahakkümündeki Türk kavimlerin, Türkiye ile ortak bir iletişim aracı sağladığını görünce bu defa oradaki Türk kavimlerin eline Kiril alfabesi verdi. Bu tarihsel vakıayı anlatmamın nedeni şu: Dil sadece konuşmak, anlaşmak, düşünmek için değildir. Aynı zamanda büyük bir politik silahtır.

   Birinci Dünya Savaşı’nda halkları galeyana getiren, onları miting meydanlarına toplayan yine dilin büyüsüydü. Şimdi söz önemini yitirdi. Bu milenyum çağına da özgü bir şey değil, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra tamamiyle gücünü yitirdi. Zweig, Birinci Dünya Savaşı konusunda, “O tarihlerde sözün bir gücü vardı. 1939 yılında bir şairin tek bir bildirisi olumlu ya da olumsuz hiçbir etki yapmamış, bugüne kadar tek bir kitap ya da broşür, bir makale ya da şiir kitleleri etkilememiştir. Oysa 1914’te Lisauer’in ‘Nefret Türküsü’ gibi on dört satırlık şiiri, ’93 Alman Aydınının’ o aptal bildiriş, Rolland’ın sekiz sayfalık ‘Kavganın Üzerinde’ başlıklı makalesi ve Barbusse’ün Ateş adlı romanı birer olay haline gelmişti. Dünyanın ahlaki vicdanı henüz bugün olduğu gibi böylesine bitkin, böylesine içi oyulmuş değildi.” diyordu Dünün Dünyası’nda.

Bu haftalık da bu kadar olsun. Haftaya devam edeceğiz.