Yaşadığımız zaman diliminde ulaşım vasıtaları (otomobil, otobüs, tren, hızlı tren, gemi, uşak, toplu taşımalar) çok çeşitli, yeni ve hızlı vasıtayla gidilemeyen yerlere, telefon ve internetle yazarak veya konuşarak anında ulaşabiliyoruz.
İş yapma konusunda iş makinaları 50 kişinin işini bir saatte bitirebiliyor. Yeme, içme, giyinme ve barınma imkanlarımız eskiye göre çok mükemmel. Yani her şey var. Fakirliğini yaşadığımız tek şey “Zaman”. Zaman yetmiyor.
Oraya koş, buraya koş, o işi halledeyim, bu iş geri kalmasın, onun ucundan tutayım, bunu ihmal etmeyeyim. Vs. bitmeyen bir koşturmaca. Aileye, çocuklara, komşulara, arkadaş ve dostlara, fakir- fukaraya, kısaca kimseye ayıracak bir dakikamız yok.
Öyle ki, tüm işlerimizi kendimizin takip etmesi gerektiğine, biz olmasak işlerin yürümeyeceğine, biz takip etmezsek her şeyin tepe takla olacağına inanırız. Bizi bu hızlı tempoya kim sokuyor?
Biz kendi isteğimizle kendimizi paralamamızın ne anlamı var?
Yoksa kapitalizm, materyalizm, moda, yarışma gibi hastalıklara mı yakalandık da farkında değiliz?
Çevremizde hiç bir şey bizim hızımızı kesmiyor. Yatan işsizlerin bile zamanı yok. Sokağa çıkamıyor, camiye gidemiyor, sosyal bir hayatı yok, içine kapanmış, ama zaman yetmiyor. Herkeste bitmeyen bir kazanma hırsı, bitmeyen ihtiyaçlara, sonsuz hedeflere kilitlendik.
Bir gün doktora tedirgin ve tedirginlikten şikâyetçi bir hasta gelir. Yapması gereken çok işinin olduğunu, fakat kendisinin rahatsız, işlerinin ise beklemeye tahammülü olmadığını, işleri çıkıştıramadığını söyler…
Doktor ona sorar: “Bu işleri başkası yapamaz mı? Yahut bir başkası size yardımcı olamaz mı?”
Adam, onları yalnız ben yapabilirim. Bütün işler bana bakar. Yapsa da eksik yapıyor, yine ben düzeltiyorum.’’ Der.
Doktor; ‘’Sana bir reçete vereceğim. Bu reçeteyi aynen tatbik edersen bu sıkıntıdan kurtulursun, işlerin düzene girer, rahatlarsın. Yoksa bu işlerin daha da artacak, sen hiç birine yetişemeyeceksin’’ der ve bir reçete yazıp verir. Adam reçeteyi eline alıp baktığında, hayret eder.
Reçetede; “Her gün en az iki saat işi bırakıp yürüyüş yapacaksın ve haftanın yarım gününü bir mezarlıkta geçireceksin” diye yazıyor…
Hasta doktora sorar; ‘’Yürüyüşü anladık da mezarlık ne alaka?’’
Doktor, oraya gidip mezarlara bakmanı, bu mezarlarda kimlerin yattığını, türlü türlü türbeler, mezar taşlarında yazan yazılar sana mezarlar hakkında bilgi verecektir.
Bu mezarlıklarda kendini vazgeçilmez sanan, yöneticiler, krallar, ünlüler, sanatkarlar, işçiler, sıradan vatandaşlar, şairler… birçok insanlarla doludur. Haftada bir gün onlarla konuş, onların sözlerini duymaya çalış, onları hisset. Nasihatlerini ciddiye al. Pişmanlıkları var mı, bitiremedikleri işleri nasıl takip ediyorlar, mezarda çıkıp işlerine devam edebiliyorlar mı… aklına gelen her şeyi onlara sor. Sessizce dinle cevaplarını’’ der.
‘’Sonra sen de göreceksin ki onlar gibi mezarlığa gömülünce, kendinden başkasının yapmasına imkân olmadığını zannettiğin işlerin, başkaları tarafından da yapılmaya devam edileceğini veya başka yöntemlerle o ileri çözeceklerini, bazılarını tek edip işlerinden kurtulacaklarını göreceksin’’ der.
Ataullah İskenderi der ki; “Allah katında değerini bilmek istersen, O’nun seni ne ile meşgul ettiğine bak.’’ Şimdi, kendimize soralım; Kavgamız, sevdamız, tasamız, derdimiz, telaşımız, korkumuz, hedefimiz kim içindir?
Dolayısıyla hepimizde Global Dünyanın dizayncılarının çemberinden ve cenderesinden kurtulmak için özümüze dönerek insani hayata kavuşma, Allah rızasını ilk hedefe koyma, bereketsiz bir zaman israfından, bereketli bir düzene geçmemizi hedef edinemezsek, mezardakilerin akıbeti bizi de bekliyor, bunu asla unutmamak lazım.