Van’da bir köpeğin saldırısı sonucu hayatını kaybeden; 9 yaşındaki ve hep 9 yaşında kalacak olan küçük Mete’nin hazin hikayesine tanık olunca, bu yazıyı kaleme almaya karar verdim. Hem bir evcil hayvan sahibi hem de evlat sahibi biri olarak karmaşık duygular içerisindeyim.    

Hayvanlar! Dünyayı birlikte paylaştığımız canlılar. Kimi yabani, kimi evcil. Kimi bineğimiz, kimi gıda kaynağımız, kimi de can yoldaşımız. Evcil olup da bir de sokağa terkedilen hayvanlar var. Bile isteye “sokak hayvanı” demiyorum çünkü hiçbiri bunu seçmedi. Buna zorlandılar. Bir de sokağa terk edilmiş hayvanların destekçileri var elbette. Her pazar gününün rutini olarak sokakların zoraki sakinleri hayvanlara, evlatlarım ile birlikte mama ve sevgi desteği vermeye çalışan biri olarak yaşanan olay beni çok derinden yaraladı. Daha öncede buna benzer çok olay yaşandı ülkemizde. Konu gündemden hiçbir zaman düşmedi. Yasaklı ırklara yönelik denetimler, evcil hayvanlara çip ve karne zorunluluğu gibi pek çok güncel önlem alınmaya çalışıldı. Ancak köklü çözümün insanın kendinde olduğu gerçeği varken, bu olaylar önümüzdeki süreçte de pek gündemden düşeceğe benzemiyor.

Olayın elbette farklı birçok yönü var. İnsanın mutluluğa ulaşabilmesinin; empati kurma kabiliyeti ve karşısındakini ne kadar olduğu gibi kabul edebildiği ile doğru orantılı olduğuna inanan biriyim. Muasır medeniyet seviyesine ulaşmış hiçbir ülkede sokağa terk edilen bir can göremezsiniz. Orada da hayvanseverler var elbette. Onlar daha çok hayvanların kürkleri için öldürülmemesi, deneylerde kullanılmaması için yürütülen toplumsal sosyal sorumluluk projelerinde falan yer alıyorlar. Barınakta yer alan hayvanların bakımlarında kamu otoritesine sivil destek veriyorlar. Ya da yaban hayatındaki hayvanlar için tedavi, bakım ve rehabilitasyon hizmetlerinde gönüllü olarak çalışıyorlar. Karaya vuran balinaları falan kurtarmaya çalışıyorlar. Sokakta yaşayan hayvanlar diye bir dertleri yok çünkü. Buna mukabil uzak doğuda kedi köpek yiyen milletler de var elbette. Yarasa, karıncayiyen ayırt etmeden beslenip, korona belasını başımıza bela etmediler mi?

Bu konuda çok köklü bir geçmiş ve geleneğe sahip olmamıza karşın, bizde neden bu konu hâlâ net bir çözüme kavuşturulamıyor gerçekten anlamak çok güç gerçekten. Yük ve binek hayvanına gücünden fazla yüklenmenin yasaklandığı bir dine mensubuz. Cami cephelerine her biri sanat eseri olan kuş yuvaları yapıp, avluda bir avuç yem için dolaşan güvercinler için vakıf kuran bir medeniyete sahibiz.

Mesele dönüp dolaşıp, maddi güç ve eğitime geliyor elbette. Sokakta yaşamak zorunda kalan ve buralarda çoğalan hayvanların, birçok hayvanseverin tersine nitelikli barınaklarda yaşamlarını sürdürmeleri taraftarıyım. Sokakların okuldan dönen öğrenciye, parka oynayan çocuğa, sabah işine giden çalışana ait olduğunu düşünüyorum. Hayvan sahiplenmenin çok ciddi kurallara bağlanmasına, dijital takip ile hayvan beslemenin sorumluluğunu alamayacakların tespitine, zararlı ırkları besleyenlerin çok ciddi takip edilerek cezalandırılması gerektiğine inanıyorum.

Belediyeler eli ile barınaklarda hem hayvanseverlere sevgiye muhtaç canlara destek olma imkanı verilmesine, belediyeler ve milli eğitim gibi kurumların gerçekleştireceği ortak projelerle de genç nesillere hayvan sevgisinin aşılanması gerektiği fikrini benimsiyorum. Barınaklardan; gerçekten hakkını vererek evcil hayvan sahibi olabileceğine inananlara, birer can yoldaşı temin edilebileceğini umuyorum.

Hayvanlar ile insanların sürekli karşı karşıya geldiği bir ortamın hem bu canları hem insanları hem de hayvanseverleri yoracağına inanıyorum.

Eğer bana insan mı yoksa hayvan mı diye sorarsanız; hiç “Hayvan sevmeyen, insan sevemez” klişesinin ardına saklanmadan, sokakların insanlara ait olduğunu söylerim.

Kalın sağlıcakla.