Geçtiğimiz haftaya depremle başladık. 24 yıl önce yaşadığımız kabuslar saklandıkları yerlerden çıkıp dikildi karşımıza. Evet 17 Ağustos’tan sonra Türkiye yine büyük depremler gördü, hele geçtiğimiz yıl yaşanan Maraş faciasının yaraları henüz çok taze ama acıyı anlamakla yaşamak arasında dünyalar kadar fark vardır.
24 yıl önce buralarda bir şekilde hayatta kalmayı başaranlar olarak elimizdeki şartları en iyi şekilde değerlendirmeye çalıştık. Ağustos sıcağıydı, sahillerde, banklarda, parklarda yatıldı. Vapurlar, deniz otobüsleri, sahil dolmuşları gibi yolcu taşıdılar buradan İstanbul’a. Yaşlı, hasta ve çocuklu ailelere öncelik tanındı. Günlerce süren boşaltma işleminden sonra biz geride kaldık. 
Günler içinde yardımlar gelmeye başladıkça iyi kötü birer çadır sahibi olduk. Ailemin deniz kenarında bulunan çay bahçesi sınırları içinde mahallemizin çadır kentini oluşturduk. Biz şanslı olan ailelerdendik, evimiz sağlamdı ama korkudan giremiyorduk. Müstakil ev sahibi olanlar, köyde evi olanlar, hatta bir yerde kulübesi bulunanlar o dönemin en özenilen kesimiydi. O günleri yaşayan herkes bir gün müstakil ev sahibi olma hayaliyle dayandı sıkıntılara. 
Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı. Havalar soğudu, çadırlara sobalar kuruldu. Tam artık yeter, evlerimize girelim dendiğinde bu kez 12 Kasım Düzce depremi ile sarsıldık. Geçici süreyle oturulacak olan prefabrik konutları bahçelerinde sardunyalar büyüdü, çamaşırlıklar kuruldu, çanak antenler takıldı. İnsandık ve yaşamalıydık. Artçı sarsıntıların kaç şiddetinde olduğunu, bulunduğumuz yere yakınlığını küçük sapmalarla tahmin eder, bilinmeyen bir yerde enkaz altında kalma korkusuyla, gittiğimiz her yeri an be an birbirimize haber verir olduk. Ailemizden biri gibi olan rahmetli Ahmet Mete Işıkara 20-25 yıl sonra yine büyük bir deprem olabileceğinin, Türkiye’nin deprem ülkesi olduğunun, depreme karşı hazırlıklı olunmasının altını çiziyordu sürekli. Yerden göğe kadar katılıyor, tarım arazisine ev yapanları, deniz kumuyla inşaat yapanları, 3 kat imarlı arsaya rica minnetle 6 kat bina dikenleri lanetliyorduk. Ama o 20-25 yılın göz açıp kapayıncaya kadar geçeceğini hesap edemedik.
24 yıl önce dönemin en lüks binaları yerle bir olduğunda Hacı Mehmet ovasının tarım arazisi olduğu, tarım arazisine bina yapılmaması gerektiğine hepimiz hemfikirdik. Bugün Hacı Mehmet ovasında neredeyse tek binalık yer kalmadı. Deprem bölgesinde çok katlı imar verilmemesi konusunda ısrarcıydık, bugün bizden daha ısrarcı olanlar kat üstüne kat koydular. Değil depreme, normalin üstünde yağmura dayanamayan ruhsatlı binalar var Çınarcık’ta. Depreme hazırlıklı olmak için 24 yıl boyunca seve seve ödediğimiz deprem vergilerinden ise hiç haber yok.
‘Vatandaşlarımızı tedbirli olmaları konusunda uyarıyoruz!!’ diyor yetkililer.
Biz vatandaş olarak deprem karşısında ne yapabiliriz ki? 
Hırsız mı bu, kapıyı kilitleyip tedbir alalım. Evdeki eşyaları sabitledik, deprem çantalarımızı hazır ettik. Daha başka ne yapabilir bir vatandaş? 
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin verdiği tapu senedi bize içinde yaşadığımız evin yaşamaya elverişli olduğunu, depreme dayanıklı olduğu, zemin etüdünün, projesinin uygunluğunu kanıtlıyor olmalı. Yaşadığım şehirde resmi bir binada depreme yakalanırsam benim, çocuğumun başına yıkılmayacağını garanti etmeli.
Deprem Allah’ın takdiri evet ama tedbir almak elimizde. Bu nedenle devletinin resmi dini, bir çoğunuzun adını dahi duymadığı Şintoizm olan Japonlar, deprem anında çök, kapan, tutun yapıp deprem sonrasında yürüyüp gidiyorlar. 
Önce tedbir, sonra tevekkül...