Biz Türk toplumu olarak genlerimize yerleşmiş bir yapıya sahibiz. Törelerden gelen büyüklere saygı, onların otoritesi ve disipline edilmiş hayat tarzına tabi olunarak gelen bir milletiz.

Ailede babanın, köyde büyükler ve muhtarın, dernek ve sivil örgütlenmelerde başkanın, yönetici devlet erkanının buyruklarına öteden beri uymayı görev bilen bir toplumuz.

Durum böyle olunca Türklerin İslam’la tanışma ve kabul edişleri de çok kolay olmuştur. Çünkü İslam’da Allah CC.’ın otoritesi her otoritenin üzerinde kabul edilir. İslam’ın buyruğu olan, ayetlerde, hadislerde ve din otoritelerindeki buyruklar sorgulanmaz, uygulanır. Sadece bunların hikmetleri de araştırılır, neden ve niçinliklerini öğrenerek bu buyruklara tabi olma geliştirilir.

Allah otoritesi ve disiplininden sonra Peygamber otoritesi, sonra “Ulul Emr” Sizden olan emir sahiplerinin otoritesine tabi olunmak emredilir. Dolayısıyla toplum küçüldükçe, üç kişilik bir grupta bile bir otorite, başkan, yönetici seçilip ona tabi olunulması emredilir bizim inancımızda. Bu otoriteye tabi olma Türk Milletinde pek direnç görmeden kabul edilmiş ve İslam’a geçişler de zor olmamıştır.

Gelenek ve törelerimizdeki büyüklere saygı sözleri ve eylemleri de toplumda çok önemsenmiş, hatalı fiiller yapan kişiler, gençler veya modern toplumlarda içimize gelip yerleşenler bu kurallara uymaları için mahalle baskısıyla tedip edilmiştir. Bu kuralların bozulmaması için her aile çok efor sarf ederdi.

Bu disiplin ve otorite toplumu sağlam tutan, yardımlaşan, birbirinin derdiyle dertlenen, sevincini paylaşan, kardeşlik edasıyla hayat süren toplumlarımız vardı. Aynı şehir veya köyde yaşayanlar birbirinin düğününde, cenazesinde, inşaatında ve büyük hacimli işlerinde imece yapar ve işi geç kalan kardeşlerinin de işlerini beraber bitirerek mutlu olurlardı. Ailelerde huzur, birlik, yardımlaşma ve huzur ortamları çok derindi. Aile bir bütün idi, büyük aileler ve aile bağları vardı.

Ne zaman ki batılı ülkelerle diyaloglarımız gelişti; sinema, sanat, tiyatro, TV ile tanıştık, artık, ‘Senin de aklın var, senin de görüşün var, baban kadar senin aklın yok mu, Vali kadar kafan çalışmıyor mu, istemediğim yasaya neden uyayım. Bireysel özgürlüğüm kısıtlanamaz. Ben özgürüm, istediğimi yaparım. Beden benim, akıl benim, nasıl istersem öyle yaşarım’. Naraları yükselmeye başladı. Bu naralar, hayat tarzına döndü. Dolayısıyla kendi zevk ve özgürlükleri başkasının yolunu tıkasa da kendi özgür ve nefsi isteklerimiz her şeyin önünde tutularak kopmalar, otoriteleri ve disiplinleri dinlememeler, kanun ve kurallar benim mantığıma aykırı, bunlar beni bağlamaz, aşamasına geldi.

Bu aşamalardan sonra aileler anlaşamadı, mahalleli anlaşamadı, sivil inisiyatif kavgalaşmaya başladı. Her olay tartışıldı ama sonuçta birleşilemedi. Mantığımıza ters gelen, çıkarımıza uymayan, özgürlüğümüze aykırı olan her şeyin düşmanı olduk. Böylece şehirdeki insanlardan koptuk. Apartmandaki komşuyu merak etmedik, ailenin çocukları ayrıldı, hatta evlenen her çifte ayrı ev açtık, bu da yetmedi karı kocaya da ev dar geldi. Onların da bireysel çıkar ve özgürlükleri çatışında boşanıp, en sevgili iki kişi bile barışamayan bir toplum olduk.

Batının içine düştüğü bu sarmal ve çıkmaz bizi de sarmaladı. Huzurumuzu aldı, birlik ruhumuzu zedeledi. Yardımlaşma, değerlerimizle ilgilenme ortadan kalktı. Huzuru kaybettik. Bazıları bu huzursuzluğunu uyuşturucu, alkol gibi beyni uyuşturan maddelerle örtmeye çalışırken, bazıları da agresifleşip saldırganlıkla çeşitli suçlara yöneldi. Böylece batının keşmekeş, bencil, huzursuz, güvensiz, dağılmışlık hayatı bizi de sarmaladı. Özgür ve benim aklım kaynaklı düşünceler bizi kalabalıklar içinde yapa yalnız bırakmış oldu.

Günümüzde geldiğimiz bu nokta duvara çarpmışlık halinden kurtulmanın yolu ilk değerlerimize dönüşle mümkündür. Önceki hayatın mutlu numuneleri de, bu günkü geldiğimiz dağılmışlık halinin de örneklerini yakınen hepimiz bilmekteyiz. Toplumun ve bireylerin huzur ve refahının inşası için topyekün bir kampanya ile bu dönüşe sarılmalıyız. Ya da battıkça batmaya mahkum olacağız.