(Öncelikle, daha kısa bir çerçevede anlatılamayacağını düşündüğüm bu uzun yazıdan dolayı, okuyucularımdan özür dilerim.)
21. Yüzyılda söyleyecek sözü olduğu iddiasıyla küresel role soyunan Türkiye, acaba bu misyonu taşıyacak insan altyapısına sahip mi? Değerler manzumesi, kavrayış netliği, akışa yön verecek evrensel ufuk (vizyon)… Bütün bunlar, İnsan altyapımızın ne kadar sahip olduğu nitelikler?..
Müthiş bir küresel rekabetin yaşandığı dünyada, verimlilik esasına dayalı üretim bu yarışın ana damarını oluşturuyor. Üretimin bu denli merkeze oturduğu günümüz dünyasında bizler, üretim endeksli iş ortamı ve düşünme mantalitesinin neresinde yer alıyoruz.
Bir üretim-tüketim çarkı içerisinde her gün yeni veya yeni özelliklerle donatılmış bir ürün pazarda yerini alma çabası içinde. Bu çark içinde, reel sektörden hizmet sektörüne, sermaye piyasasına, eğitim, bilim, sanat; hatta siyaset dünyasına kadar her şey verimlilik esası üzerinde yükseliyor. Bu noktada kaynakların israftan arındırılmış bir süreç içerisinde kullanılması ve yaratıcı nitelik esasına dayanması işin özünü oluşturuyor. Böylesine eşgüdüme dayalı ve dakik organize olmuş bir sistemin insan modeli bu mantaliteden ayrı düşünülebilir mi?
Türkiye’nin buna uygun insan modelini oluşturma çabası, öyle zannediyorum ki dışa açılmanın başladığı 1980’li yıllardan bu yana bu alanda en önemli sorun olmaya devam ediyor. Bu yönde uyum açısından epeyce yol kat edildiği de bir başka gerçek olmakla birlikte; hâlâ yerel anlayışları aşamayan bir düşünme ve davranış biçiminin toplumun geniş kesimlerinde hâkimiyetini sürdürdüğünü görmezden gelmek mümkün değil. Bu bir değişim sürecidir, henüz sonuca ulaşmamıştır ve bugün insanımız geniş oranda geleneksel iletişim dili ve örgütlenme biçimini devam ettirmektedir.
1980’li yıllardan bu yana, kırsal bölge ve kentler bağlamında ülkenin demografik yapısı adeta yer değiştirmiş, ancak kentlilik değerleri ve bilinci bu yeni kentlileşen çevrelerde henüz akis bulmamıştır. Birçok alanda yaşanan arabeskleşme de bununla ilgili sayılabilir.
Toplumu şekillendiren siyaset dünyası ise büyük oranda aynı şekilde, misyonunun gereği değerlerden nasipsiz olarak, “hâlâ taşra düşünme biçimiyle” topluma sözüm ona kılavuzluk yapmaya çalışmaktadır. Yani siyaset de –toplumun bu geniş ve oturmamış kitleleri gibi- süreci hâlâ hemşerilik, akrabalık, ahbaplık anlayışı çerçevesinde götürmeye devam ediyor. Siyasetçilerimiz için hala hemşerilik, eş-dost kavramı; verimlilik, üretkenlik, temsil edilen ilkeler ve değerler hususundan daha öncelikli anlam taşıyor.
Bunun örneklerini bütün kentlerimizde gördüğümüz gibi, ne yazık ki bölgemizde de görmekteyiz. İnsanların siyasi partnerlerini hemşeri, eş-dost üzerinden veya ilkeler ve değerler kapsamı dışındaki bir takım unsurlardan belirlemeleri, eski ve yaygın bir deyimle “taşra siyaseti” kavramının ötesine geçmeyen dar bir anlayıştır. Falan bölge, filan bölge insanlarının veya bu kentin yerlisi olduğu iddiasını vurgulayan insanların oluşturduğu klikler ve koloniler bilelim ki bu kentin ve bu ülkenin geleceğine bir değer katmayacağı gibi bu yaklaşımların yaratacağı rekabet de bu çağın dinamiklerine hiçbir şey söyleyemeyen birer kayıkçı kavgasıdır.
Doğru olan tutum, gelecek vizyonuyla, bu kentin ve bu ülkenin temeline harç olabilmektir. Bu olumlu ve sahiplenici tutum ortak bir kentlilik bilincine dönüştüğü takdirde hem Yalova hem ülke kazanacaktır.
Hz. Peygamber’imizin Medine’de oluşturduğu bu bilincin, muhacir ve ensarı kardeş yapmayı sağladığı gibi sonuçlarının dünyaya neler söylediği de koskoca İslam Medeniyeti gerçeğiyle ortada. Osmanlı devletinin akıllı iskan politikasıyla altı yüz yıl sürecek dünya devletinin harcını nasıl kardığı yine başka bir malumumuz.
Büyük düşünüyorsanız ufka bakmak zorundasınız, küçük hesaplarla uğraşmak onulmaz bir kısır döngünün içine yuvarlar sizi. Bu bisiklete binen insanın durumu gibidir; ileriye bakmak yerine kendi ayaklarınıza bakarsanız debelenir durur ve sonunda düşersiniz.
Yakın geçmişe kadar dünya tarihinde aktör olmayı başarmış olan bu milletin ve bu çok mühim coğrafyanın yüklemiş olduğu misyonun gereğine uygun olmayan tutumların yaratacağı kayıkçı kavgalarının, insanımızı düşürdüğü izandan mahrum durumlar ibrete değer; ancak gel gör ki, sonuçlarla uğraşmaktan, hayatımıza kalitesizlik olarak yansıyan bu durumları analiz etmeye pek fırsat bulamadığımız için, görüp de ders almayı beceremiyoruz.
Akl-ı selim sahibi için yapılması gereken, kentin geleceği nokta-ı nazarından hareketle, ortak etkinlikler için kol kola girmeyi bilmek ve bu bir araya gelişleri ilkeler ve kalite perspektifi doğrultusunda fırsata dönüştürmek olmalıdır.
Bir Kızılderili atasözü: “Biz bu dünyayı atalarımızdan miras olarak devralmadık, onu çocuklarımızdan ödünç aldık.” der. Bu bakış noktası önemli. Bu kentin ve ülkenin geleceğidir çocuklar. Kendi yüksek değerlerimiz ve onların dünyasına layık bir kenti ve Türkiye’yi var etmek için, bu dar ve bizi küçülten tutumları bırakmak, bizi tarih önünde de yükseltecektir.
Başa dönecek olursak: Yoz taşra tutumlarıyla, dünya ölçeğinde söz söylemeye imkân yoktur. Unutmayalım: Büyük devletler büyük insanlarla kurulur; bizi büyütense değerlerimiz ve onlara uygun hayatımız olacaktır. Yine unutmayalım ki: Yarını kurmanın yolu, bugünün hakkını vermekten geçer. Bizler yaşadığımız dönemin sınavını vermekle tarih önünde mükellefiz.
İşte Türkiye, bu duruşu yakaladığı nispette “küresel vizyonuna” uygun hareket etmiş olacaktır. O halde ülkemize parlak bir gelecek hazırlama noktasında gösterilen çabalara uygun olarak bize düşen misyon, reel sektörden hizmet sektörüne, sermaye piyasasına, eğitim, bilim, sanat; hatta siyaset dünyasına kadar her yer ve her halükârda kaliteyi artırmak ve onu hayatımıza hakim kılmak olmalıdır. Zira, bir hocamızın deyimiyle:“Misyonu olmayan vizyon, illüzyondur!”
Güzel günler…