Cumhuriyet tarihi boyunca, hiç de gerekmediği halde, en çok tartışılan konuların başında ‘türban’ gelmektedir. Aslında cumhuriyetin kuruluşunda ve ilk yıllarında kadınların kıyafetlerini değerlendiren herhangi bir düzenleme yapılmamış, aksine erkek kıyafetleri üzerinde durulmuştur.

1925 yılına ait şapka kanunu, erkek memurların şapka takmasını mecbur kılarken, 1934 yılında kabul edilen kanunda ise sarık, cüppe ve ruhanilerin giydiği kıyafetler konu edinilerek, hangi din ve mezhebe ait olursa olsun dini kıyafetlerin ayinler ve mabetler dışında giyilemeyeceğinden bahsediliyordu.

2. dünya savaşı yıllarına gelindiğinde ise güvenlik gerekçesiyle peçe, çarşaf, peştamal gibi yüzü kapatan giysilerin kullanımı yasaklandı.

1960’lı yıllara ait üniversitelerde türban yüzünden çıkan olaylar kaydedildiyse de asıl düzenleme 1980 darbesinden sonra yapıldı.

1982’de çıkarılan ‘kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan personelin kılık kıyafetine dair yönetmeliğin’ 5. maddesine göre; kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan kadınların sadece başörtüsü takması değil, pantolon, yakası açık ve kolsuz gömlek, dizden yukarıda kısa ya da yırtmaçlı etek, sandalet tarzı açık ayakkabı da giymesi de yasaklandı. Burada sadece bir başörtüsü yasağından bahsetmektense, lüzumsuz da olsa askeri disiplini görmek daha mümkün. Sonrasında üniversitelerde başörtüsü kullanan öğrenci ve personelin yaşadığı sıkıntılar gündemi huzursuz edince, kanunda yeni düzenlemeler yapılıp, dini inançlar gereği kullanılan başörtüsünün serbest bırakılmasına ilişkin genelge, dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren tarafından reddedildi.

1990 yılında kanuna ek madde olarak kabul edilen ‘yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydıyla yüksek öğrenimde kılık kıyafet serbesttir’ ibaresi 28 Şubat sürecine kadar devam etti. Bu tarihten sonra yaşanan kriz yuvarlanarak büyüdü ve bazı üniversitelerin üniversite sınırlarından başörtülü kimsenin alınmaması uygulamalarına kadar vardı.

Benim de üniversite öğrencisi olduğum bu yıllarda çıkan kanunlar, süren davalar bizim okulumuzun ılımlı yaklaşımı sayesinde bir müddet olaysız devam ettiyse de Türkiye genelinde bu derece yankı yapmış olan türban ve sakal yasağı, en sonunda uygulanmaya başlandı.

Sınıfımızda 3 başörtülü arkadaşımız vardı. Biri başörtüsünü çıkardı, ikisi başörtüsünün üzerine peruk taktı. Bir yıl sonra Türkiye’nin en saygın üniversitelerinin birinden mezun olup iş yaşamına başlayacak olan 3 genç kıza bunu yaptırdılar. Mezuniyet töreni için gelecek başörtülü annelerimizin okula alıp alınmayacağı konusunda bizi endişelendirdiler. 18 yaşını geçmiş, yasalar önünde her türlü hareketinden sorumlu olan insanlara ne giyip ne giyemeyeceğini söylediler.

Yıllar içinde bu yapılan haksızlıklar karşısında büyüyen tepkiler farklı siyasi seçimlerle sonuçlandı. Başörtüsü değil üniversitede, ilkokulda bile serbest bırakıldı. Geldik 2024 yılı haziran ayına. Milli Eğitim Bakanlığı okullarda düzenlenen mezuniyet törenleri ile ilgili bir genelge yayınladı. Genelgenin içinde yer alan bir cümle, ‘milli, manevi, ahlaki, kültürel değerlere aykırı olmayacak’ cümlesi, bazı okul yönetimleri tarafından yoruma açık bir şekilde değerlendirilerek, askılı elbise giyen kız öğrencilerin okula alınmamasına kadar vardırıldı.

Bakınız senaryo aynı, muhatap farklı. Artık devletin, kadınların ne giydiğine takılmayı bırakıp asıl işlerine dönme vakti gelmedi mi?

90’lı yılların sonunda yaşanan başörtüsü krizinde, ekonomik durumu iyi olan aileler çocuklarını üniversite okusun diye yurt dışına yolladılar. Başörtüsü ile dolaşmanın şart koşulduğu İran’a, Suudi Arabistan’a değil, Katolik Almanya’ya, Protestan İngiltere’ye, Hristiyan Amerika’ ya yolladılar. Gidenler milli, manevi, kültürel değerleri zarar görmeden geri döndüler. Onların orada bulunmuşluğu da söz konusu ülkelerin dinlerinden, kültürlerinden bir şey eksiltmedi.

Demek ki neymiş ne giydiğin değil kafanın içinde ne olduğu önemliymiş. Belli bir yaşa gelmiş insanların ne giyeceğine karar verme özgürlüğü olmalıymış, nereden sıkarsan oradan patlarmış.