Dünyanın birçok ülkesini görme, farklı kamu hizmetlerini yerinde deneyimleme şansım oldu. Gittiğim ülkelerde bir gerçeğin tekrar tekrar altını çizdim: İyi hizmet vermek için kocaman, şaşalı, devasa binalara sahip olmak gerekmiyor.

Örneğin, adaletin işlediği, vatandaşın hukuk karşısında eşit ve adil bir şekilde temsil edildiği ülkelerde, göğe yükselen binlerce odalı “adalet sarayları” yok. Aksine sade, işlevsel ve mütevazı adliye binalarında, gecikmeden ve güvenle işleyen bir adalet mekanizması var. Çünkü orada esas olan binanın görkemi değil, vicdanın sesi.

Benzer şekilde, dünyaca tanınan üniversitelerin çoğunda yüz binlerce dönümlük dev kampüsler, süslü kütüphane kuleleri veya camdan saraylar yok. Ancak fikir üretiliyor, araştırma yapılıyor ve öğrenciler dünya sorunlarına çözüm geliştirebiliyor. Çünkü eğitimin temeli, tuğladan değil, değerli öğretmenlerden, özgür düşünceden ve bilimden oluşur.

Belediye hizmetlerine gelecek olursak, halka en yakın kurum olan belediyelerin bazı yerlerde mütevazı, sade binalarda büyük işler başardığını gördüm. Çocuk parkını, kaldırımı, su şebekesini, sosyal destekleri; yani gerçek ihtiyacı gören, çözüme odaklanan yerel yönetimler... Bunlar için süslü bir makam odası ya da milyonluk binalar gerekmiyor. Gerekli olan tek şey, samimiyetle çalışmak.

Bir yöneticinin, “Binamız yetersiz, hizmet veremiyoruz” demesi bir mazeretten öteye geçmez. Hizmet, mekânla değil, niyetle başlar. Görevini hakkıyla yapan bir insan için dört duvar yeterlidir. Ama iş yapmaya niyeti olmayan birisi için, en büyük saray bile bahaneye dönüşebilir.

Bugün ülkemizde de asıl tartışmamız gereken konu budur: Bina mı büyüyor, hizmet mi? Gösterişe mi yatırım yapıyoruz, insana mı?

Bize gerekli olan: şaşaa değil, şeffaflık. Devasa yapılar değil, dürüst ve erişilebilir kamu hizmetleri.

İyi işler yapmak için ihtiyacımız olan tek şey: dürüstlük, liyakat ve halka hizmet bilinci.